Siyasetimizdeki gelişmeler; çağdaş ve uygar bir insan için, gerçekten dudak uçuklatan cinsten. Ahlâktan, siyasi etikten, haysiyetten ve demokratik geleneklerden zerre kadar nasibini almamış bu gelişmeler size batmıyorsa ve normal gelmeye başlamışsa; ciddi bir biçimde ruh sağlığı ve çağdaşlık sorununuz var demektir.

Ülkemiz Türkiye’deki gelişmeleri; ulusal duyarlılığa sahip ve kendisini çağdaşlığı ile tanımlayan bir insan olarak yüzünüz kızarmadan savunabilmek, ne yazık ki mümkün değil. Bu yazıyı, size bu zorlukları yaşadığım Amerika’dan gönderiyorum.

Gönderiyorum dedim; çünkü bugün okurum da olan bir arkadaşımın geçtiğimiz günlerde yaptığı Rusya seyahati ile ilgili bana gönderdiği bir mektubu sizinle paylaşacağım.

“Şimdi içinizden; “Nereden çıktı bu Orenburg?” diye düşünüyor olabilirsiniz. Açıkça söylemek gerekirse; bundan 7-8 ay öncesine kadar, dünya üzerinde Orenburg diye bir şehir olduğunu, ben de bilmiyordum. Ama zamanın değişen şartları mı dersiniz, iletişim olanaklarının artması ya da teknolojik ilerlemeler mi, bilmiyorum; 7-8 ay önce ismini bile duymadığımız bu şehirde, geçtiğimiz hafta sonunu, bir Rus ailenin evinde geçirdik. Konunun öznel yanını bir tarafa bırakıp, izlenimlerimi paylaşmak isterim.

Uçuş saatlerinin uyuşmaması nedeniyle; bir geceyi Moskova’da, havaalanına yakın bir otelde geçirdik. Otelin bizi almak üzere gönderdiği servisin şoförü Özbek olunca, ilk konuşmaları da onunla yapmış olduk. Memleketinde bıraktığı üç çocuklu ailesini, ancak yılda bir kez görebiliyor. Büyük oğlunun hafız olduğunu gururla anlatıyor, Rus uçağının düşürülmesini büyük bir başarı olarak görüyor ve “Eğer Erdoğan düşürmeseydi, Putin korktular diyecekti” diye yorum yapıyor. Doğaldır ki; ona Ege’de Yunan işgalinde olan Türk adacıklarını ve benzerlerini anlatabilme olanağımız yok, ama bence en çarpıcı bölüm sonradan geldi. Oğlumuzun kız arkadaşının ailesi ile tanışmaya gittiğimizi söyleyince, ilk sorusu; “Kız Müslüman oldu mu?” idi. Burada hemen şunu düşündüm; “Acaba oğlumuzun arkadaşı, durumunu ailesine ve tanıdıklarına anlattığında, onlardan hiç ‘çocuk Hristiyan oldu mu’ diye soran olmuş mudur?” Böyle bir şeyin olabileceğini sanmıyorum. O zaman da aklıma şunlar geliyor: Müslümanların bu dünyayı kendilerinden ibaret sayma, diğerlerini ötekileştirme, herkesi kendilerine benzetme hakkına sahip olduklarını zannetme duygusu ve tek tipleştirme istekleri nereden kaynaklanıyor? Bu cesaret nereden geliyor? Buna bizdeki tabirle “cahil cesareti” mi dememiz lazım, bilmiyorum.

Orenburg; Ural dağlarının eteklerinde, Kazakistan sınırına 120 km. mesafede, 600.000 nüfuslu, tipik bir Rus şehri. Ural dağlarının devamında yer alan Ural Nehri de İstanbul gibi; bir yakası Avrupa, bir yakası Asya olan bir sınır teşkil ediyor. Şehir, bizim 70’li-80’li yıllarımızdaki şehirlerimizin havasını yansıtıyor. Yollar tam yapılmamış, ulaşım eski tip otobüs ve araçlarla sağlanıyor. Sovyet dönemi evlerinin bir bölümü varlığını sürdürürken, şehrin bazı bölgelerinde de inşaat faaliyetleri devam ediyor. Yoğun bir yapılaşma yok, ağaçlı bölgeler şehirdeki varlığını devam ettiriyor. Bazı bölümlerde ufuk çizgisi; sizi rahatlatıp, sonsuzluk duygunuzu okşayacak kadar uzaktaki ovalarda sonlanıyor.

İlk bakışta; konfor düzeyi çok iyi değilmiş gibi gözükse de, gerçek konfor insanların beyninde ve algılarında sanırım. Rusların çok güler yüzlü bir ırk olduğu söylenemez ama, yoldaki insanların yüzünde dinginliği ve sakinliği okumak mümkün. O zaman da; bize konfor ya da hayatı kolaylaştırma diye sunulan tüketim toplumu alışkanlıklarını, yeniden sorgulamamız gerektiğini düşünüyor insan.

Konuk olduğumuz ev; 62 m², 3 oda ve salon diyebileceğimiz bir diğer odadan oluşuyordu. Bizim alışkanlıklarımızla kıyaslarsak, evde 6 kişi olduğunda çok fazla bir hareket alanı da kalmamış gibi duruyor ama şunu bir kere daha anladım ki; genişlik insanların yüreklerinde. Kaldığımız üç gün boyunca; kendimizi evimizde hissettik ve yaşam alanının büyüklüğü aklımıza bile gelmedi.

Bunun ötesinde başka şeyler de vardı. Beni asıl etkileyen; evin her köşesi akıllıca kullanılmış ve pırıl pırıl ışıldayan malzemelerle donatılmış, ayrıntılar düşünülmüş. Ama bence en önemlisi; biz orada iken dinleyecek zaman yaratamasak da, bu kısıtlı alandaki evde bir piyano var. Hem de elektronik falan değil, bildiğimiz klasik piyano. Bununla; yüzyılların imbiğinden süzülüp gelen gelenek, görenek ve alışkanlıkların toplumlar üzerindeki etkisini daha iyi anlıyor insan.

Sonraki gün; büyükanne ve büyükbabanın yaşadığı şehre, yaklaşık 1 saat uzaklıktaki köye gittik. Ekonomik durumun çok da iyi olmadığı görülmekle beraber; evlerin pencerelerinin bembeyaz boyaları ile bahçelerin düzeni, yolların temizliği, toplumların gelişmişlik düzeylerinin gelirle doğru orantılı olmadığını bir kez daha yüzümüze çarptı, tabir yerinde ise. Bu ziyaret sırasında; Paskalya kutlamalarını da görmüş olduk, son derece içten, samimi ve gösterişten uzak.

Ben bunları niye yazdım ya da sabredip buraya kadar geldiyseniz, siz niye okudunuz, onu söyleyeyim: Orenburg’a vardığımızın ikinci gününde, ben birden nefes almaya başladığımı hissettim; yani buradaki boğulma, yüreğimize, gönlümüze baskı hissinin, genel hoşnutsuzluk halinin, bir anda ortadan kalktığını fark ettim. İçinden geçtiğimiz dönemdeki gelişmeler, her gün istemesek de dinlediğimiz haberler, sosyal medyada bizim gibi düşünenlerin paylaştıkları, karşı durma gücü bulamadığımız ya da siyaseten bizi temsil edenlerin kalmadığı bir ülkede yaşıyor olmak, hepimizin üzerine bir karabasan gibi çöktükçe çöküyor, hani Edip Cansever’in deyişi ile; “Masa da masaymış ha”, gönlümüz, yüreğimiz, duygularımız bu ağırlıklarla yüklendikçe yükleniyor, demek ki dayanacak gücümüz varmış diyoruz. Ama normal bir dünyaya, alıştığımız konforun altında bir standartta olsa bile kavuştuğumuzda, bir anda kendimizi tabir yerinde ise; yükünü boşaltmış eşek gibi rahatlamış, gevşemiş, dinginleşmiş buluyoruz. Normal ve çağdaş bir yaşama ne kadar da ihtiyacımız varmış meğerse.

Şimdi diyeceksiniz ki; “Nefes almak için Orenburg’a gitmek zorunda mıyız?” Bana göre; geldiğimiz süreçte, belki bir kısmınıza karamsarca gelebilir ama, ya bu ülkeyi çağdaş anlamda yaşanabilir kılacağız, ya da buna gücümüz yetmiyorsa kendimize nefes alacak başka bir yer bulacağız. Çünkü bu nefessizlik masanın kaldırabileceği sınırı aşmak üzere. ”

Saygılar sunarım.

Loading

Sosyal Medyada Paylaşın...