HATT-I MÜDAFAA MI, TAHT-I MÜDAFAA MI!

TÜRKER ERTÜRK VE SELİM CAN SAZAK’IN DÜNYACA ÜNLÜ FOREIGN POLICY DERGİSİNDE YAYINLANAN VE OLAY YARATAN MAKALESİ…

HATT-I MÜDAFAA MI, TAHT-I MÜDAFAA MI?

24 Haziran’da Türkiye, hem cumhurbaşkanını hem de meclisini seçmek için sandığa gidecek. Recep Tayyip Erdoğan, hala seçimlerin favorisi. Fakat; 2002’de göreve geldiğinden bu yana hiç karşılaşmadığı kadar güçlü bir muhalefet rüzgarıyla karşı karşıya. Kariyerinin belki de en zor seçimlerine bir haftadan az bir zaman kala, Erdoğan’ın “Kuzey Irak’taki terör batağını kurutma” hevesi beklenmedik bir biçimde alevlendi. Zamanlamanın manidarlığı bir yana; Erdoğan, Kandil’i temizlemekte on yıl kadar geç kalmışa benziyor. Yıllardır Kandil Dağlarındaki PKK kamplarına göz yuman Erdoğan, şimdi bu dağları davulla, zurnayla bombalıyor. Mesele şu ki; PKK Kandil’i boşaltalı çok uzun zaman oldu. Türkiye’nin dağı taşı bombalamaktan bir kazancı yok belki ama Erdoğan’ın kazanacak çok şeyi var.

11 Haziran gecesi Türk Ordusu, Kandil Dağlarında en az 11 PKK noktasına hava operasyonu düzenledi. Kandil Operasyonunun haberi, sanki arkasındaki gerçek niyeti belli etmek istercesine, Erdoğan’ın Niğde ve Bursa’daki mitingleri sırasında medyaya düştü. İç Anadolu’nun Niğde gibi milliyetçi ve muhafazakâr kesime ev sahipliği yapan illeri ve Bursa gibi sanayi kentleri, bir zamanlar Erdoğan’ın kaleleriydi. Şimdiyse, son seçimlerde en yakın rakibinden iki misli fazla oyla kazandığı Bursa’da bile boş meydanlara konuşuyor. İnce, Akşener ve Karamollaoğlu’nun ittifakı; laik, milliyetçi ve muhafazakâr kesimleri bir bayrak altında toplamış ve Erdoğan’ı beklemediği yerden zorlamışa benziyor. Türkiye’nin son dönemde yaşadığı ekonomik zorluklar da oluşan bu durumda bir etken. Önde gelen anket şirketlerinden MetroPoll’ün yeni bir anketine göre; seçmenlerin yarıdan fazlasının başlıca kaygısı ekonomi. Terör kaygısı ise yüzde on üç ile epey geride.

Erdoğan kazanmak istiyorsa, bu denklemi değiştirmek zorunda. Eğer terörü yeniden gündemin ilk sırasına getirebilirse; hem ekonomik kaygılarla muhalefete göz kırpan milliyetçi ve muhafazakâr seçmenlerini geri kazanabilir, hem de yüzde 10 barajını aşabilirse partisini meclis çoğunluğundan (ve belki de kendisini cumhurbaşkanlığı koltuğundan) etmesi neredeyse kesin görünen HDP’nin önünü kapatabilir. Erdoğan’ın Kandil Operasyonunun arkasındaki esas gaye de bu: “Muhalefeti zayıflat, kaybettiğin seçmenleri geri kazan ve yıllardır tutkuyla arzuladığın başkanlık koltuğunda oturmaya devam et.”

Kandil Operasyonu; aynı zamanda Erdoğan’ın, NATO’nun en büyük ikinci ordusunu nasıl da kendi siyasetinin bir aracına dönüştürdüğünün kaygı verici bir yansıması. Haziran 2015’te, beklenmedik bir sandık yenilgisiyle karşı karşıya kaldığında, Erdoğan PKK’yla müzakere masasından kalktı ve yeniden alevlenen terör sorunu Kasım ayında onu bir kez daha zafere taşıdı. Temmuz 2016’da, eski dostu, Pensilvanya’da mukim imam Fethullah Gülen’in emriyle gerçekleştirildiği düşünülen darbe girişimi onu kariyerinin en büyük krizlerinden biriyle karşı karşıya bıraktığında; Erdoğan kendini yine bir askeri operasyonla, bu sefer Suriye’ye yönelik Fırat Kalkanıyla kurtardı. Ocak 2017’de, başkanlığı hakkındaki referanduma birkaç ay kala aynı hamleyi El-Bab’ın fethiyle yapan Erdoğan, şimdi yine seçime az zaman kala, bu sefer Kandil’i bombalıyor. Bu demek değil ki bu operasyonların hiçbirisinin Türkiye’nin milli güvenliği açısından kazançlı yanları yoktu. Bilakis vardı ama zamanlamaya ve tatbikata bakıldığında, bu adımların büyük ölçüde Erdoğan’ın siyasi hesapları doğrultusunda atıldığı izlenimine kapılmamak imkânsızdı.

Nitekim; Erdoğan’ın Türk Ordusunu kendi kontrolüne almak için yıllardır çabaladığını göz önüne aldığımızda, işlerin bu hale geldiğine şaşırmamak gerek. 2000’lerin sonunda, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla, Türkiye’nin önde gelen generalleri, subayları ve laik kesimin önde gelenleri, seçilmiş hükümeti devirmeyi planladıkları ithamıyla birer birer hapse atıldılar. Daha ilk günlerden itibaren, bu yargılamaların Sovyetlerdeki şov mahkemelerinden farksız olduğu, sahte deliller ve usul ihlalleri gibi türlü eğretiliklerle yürüdüğü yönünde kıyasıya eleştiriler yapıldıysa da bu serzenişlerin hiçbiri, aralarında Genelkurmay Eski Başkanı İlker Başbuğ’un da olduğu yüzlerce sanığın bir düzineyi aşkın davada yüzyıllara varan hapis cezalarına çarptırılmalarına engel olamadı. Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerinin gelecek komutanları da ya hapsedildiler ya da birer ikişer tasfiye edildiler.

Daha o zamanlarda bile aralarında bizim de bulunduğumuz pek çok kimse Gülen ve Erdoğan’ın bu işi el ele yürütmekte olduğunu açıkça anlattı. İşin aslı şu ki; Erdoğan’ın Türkiye’nin laiklerini tasfiye operasyonu, Gülen olmadan başarıya ulaşamazdı. Soruşturmaları Gülen’in polisleri yapıyor, iddianameleri onun savcıları yazıyor, hükmü onun hakimleri veriyor, gazeteleri ve televizyonlarıysa bu hükümlerin haberini bir bayram edasıyla veriyordu. Şimdilerde kendisine karşı duran herkesi Gülenci ilan etmeyi adet edinen Erdoğan, o günlerde Türkiye’nin en önde gelen Gülencisiydi. Gülen’e karşı laikler tasfiye ediliyorken; Gülencilerin baş dostu olan Erdoğan, aynı çevreler kendisini tasfiyeye kalkıştığından beri onların en azılı düşmanı oldu. Bu aralar, kendisinin eski dostu ve Türkiye’nin yeni baş düşmanı olan Gülen’den bahsederken; kendi safdilliliğinden dem vuruyor, aldatıldığından şikâyet ediyor. Halbuki Gülen’in yaptıklarından Erdoğan’dan çok istifade etmiş kimse yoktur.

Bunların hiçbiri gizli kapaklı olmadı. 2011’de Işık Koşaner ve kuvvet komutanları istifa ettiğinde ve iki yıl sonra, 2013’te Oramiral Nusret Güner Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na terfi etmesine haftalar kala emekliliğini istediğinde; protesto etmekte oldukları tam da buydu. Nitekim; önceki yıllarda, aralarında bu makalenin o dönem Deniz Harp Okulu Komutanı olan eşyazarının da bulunduğu pek çok subay, görevlerinden benzer eleştirilerle istifa etmişti. Kışlanın dışında da Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’dan araştırmacı gazeteci Ahmet Şık’a kadar pek çok kimse, Gülen ve Erdoğan’ın devleti ele geçirmek için yaptığı güç birliğini belgeleriyle ortaya koydular ve bu çalışmalarının mükâfatı olarak kendilerini parmaklıklar ardında buldular. Bu ikazlara kulak veren pek fazla kimse olmadı. Hem içeride, hem dışarıda pek çokları Gülen’i ve Erdoğan’ı tuttu. Bu dergi (Foreign Policy) de dahil pek çok yabancı yayın, ikiliye askeri vesayeti son veriyorlar diye güzellemeler düzdü. Halbuki Gülen’in de Erdoğan’ın da yegane derdi iktidardı. Askeri kendi siyasetlerinin bir aygıtı haline getirmekten başka bir kaygıları yoktu.

Erdoğan’ın himayesinde Gülenci subaylar, hiç olmadığı kadar palazlandılar. Ta ki Gülen ve Erdoğan birbirine düşüp, onlar da bir taraf seçmeye mecbur kalana kadar. 15 Temmuz Darbesi sonrası yapılan temizlik, İslamcıların Türk Ordusunu nasıl da ele geçirdiklerinin acı bir göstergesidir. Darbe teşebbüsüne iştirak suçlamasıyla tutuklanan 123 generalin 63’ü, Ergenekon ve Balyoz tasfiyeleri sırasında rütbe hiyerarşisinde adeta uçarak yükselmiş. Üstelik bu, buzdağının görünen yüzü. Başka tarikatlara mensup olanlar, Erdoğan’dan başka kimseye tabiyeti olmayanlar veya hiç kimseye tabi olmayıp da yalnızca kariyer kaygılarıyla sessiz kalanlar da hesaba katıldığında; vaziyetin fenalığı daha da iyi anlaşılıyor.

İslamcılar laikleri tasfiyeye kalkıştılar ve başardılar. Sonra birbirlerine düştüler ve bu mücadeleyi -en azından şimdilik- Erdoğan kazanmışa benziyor. Bu entrikalardan arda kalan ise; büyük ölçüde Erdoğan’a tabi, kimi komutanları onun yaveri gibi çalışmakta olan bir ordu. Erdoğan, daha geçtiğimiz ay Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü olası bir adaylıktan caydırmaya çalıştığında, kullandığı aracı Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’dı. Henüz birkaç hafta önce, Erdoğan’ın başkanlık seçimindeki rakibi İnce’yi “acemi bir çırak” sözleriyle vurduğu konuşması sırasında Türk Ordusunun bir Korgenerali, kalabalığın alkışına ağzı kulaklarında eşlik ederken görüntülendi. Eskiden, böyle görüntüler hayal bile edilemezdi. Şimdiyse bunlar, vaka-i adiyeden sayılır hale geldi. İliklerine kadar siyasete bulaştırılmış bir orduda, yalnızca sahanın şartlarına bakarak komuta etmek mümkün değil. Bugün, Türk Ordusunun generalleri, ülkelerinin menfaatlerini hesaplarken Erdoğan’ın menfaatlerini düşünmeye mecbur durumdalar, en azından erken emeklilik hevesinde değillerse.

Ordunun Kandil Operasyonuna muvafakat vermesi de biraz bu yüzden. PKK’nın omurgası artık Kandil’de değil. Bölgedeki varlığı yok denecek kadar azalmış durumda. Vurucu gücünün ve liderliğinin büyük çoğunluğu ya PYD kontrolündeki Kuzey Suriye topraklarında ya da Irak-Suriye sınırındaki Sincar Dağları’nda konuşlu. Bir kısım PKK güçlerinin İran’a geçtiği de söyleniyor. Dahası; bölgede bir de ABD faktörü var. Kürtler, ABD’nin Suriye’de IŞİD’e karşı verdiği mücadelenin ön saflarındaydılar. Washington Kürtlere desteği keseceğinden bahsediyorsa da o iş öyle kolay değil. Savunma Bakanı Jim Mattis’in henüz geçen hafta söylediği gibi; ABD’nin bölgedeki stratejik hedeflerine henüz erişilmiş değil ve Kürtlerin hala bu planların merkezinde olduğu anlaşılıyor. Bu yazdıklarımız; ABD’nin Suriye’deki politikalarını onayladığımız ya da Ankara’nın PKK ve onun Suriye’deki uzantısı YPG ile güney sınırında oldubittiyle kurulacak bir Kürt devleti hakkındaki kaygılarının yersiz olduğu biçiminde okunmamalı. Bilakis; ABD’nin, Türkiye’nin PKK’nın Suriye’deki uzantılarıyla işbirliği yapması konusundaki isteği ve ısrarı akıl alacak iş değil. Türkiye’ye yönelik silahlı mücadelesiyle on binlerce masum insanın canına mal olmuş bir örgütle sebebi ne olursa olsun, böyle bir işbirliğinin yapılmasını Türk halkına anlatabilecek hiçbir siyasi lider yoktur. Erdoğan’ın dahi gücü buna yetmez. Öte yandan, bölgedeki dinamiklerle ilgili de gerçekçi olmak gerek. Besbelli ki ABD, sırf Ankara öyle istedi diye Kürtlerle arasındaki göbek bağını kopartacak değil. Suriye Kürtleri de Suriye’nin üçte birine yakınını (ve petrol sahalarının büyük çoğunluğunu) kontrolü altına almış ve buralarda fiili olarak bir devlet kurmuşken, bu heveslerini öylece terk edecek değil.

Tüm bu etkenler bir yana; Ankara, Kandil operasyonunu öylesine açık etti ki, PKK’nın tüm gücü Kandil’de olsaydı bile bu zamana kadar pılını pırtını toplayıp giderdi. Başbakan Binali Yıldırım, Kandil’e olası bir operasyonu dillendireli iki haftadan çok oldu. Geçen zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan ve birçok bakan da bu konuda açık açık konuştu.

Eğer Erdoğan’ın niyeti PKK ile mücadele olsaydı; Kandil’de dağı taşı bombalamak yerine, onları Fırat’ın doğusunda vururdu. Ama görünen o ki Erdoğan, Kandil’i vuruyor görünmekle her şeyden daha çok ilgileniyor. Neden? Çünkü; pek çok seçmenin aklında “Kandil” adı hala PKK’yla eşdeğer ve o da istiyor ki, Kandil’i vurduğunu duymayan kalmasın. Çünkü istediği zafer askeri değil, siyasi! Derdi sandıkta kazanmak, sahada değil!

Türker Ertürk | Selim Can Sazak ©

TURKEY’S WAG-THE-DOG ELECTION

On June 24, Turkey will hold dual elections for both the presidency and the parliament. While still the favorite, current Turkish President Recep Tayyip Erdogan is facing the greatest groundswell of opposition since his first election victory in 2002. Now, with less than a week to go before election day, Erdogan has discovered a newfound interest in draining “the terror swamp” in northern Iraq. It comes at a strange time and a decade too late. Erdogan, who for years turned a blind eye to the Kurdistan Workers’ Party (PKK) camps at the Qandil Mountains, is now making a show of attacking them. The problem is that the PKK is not there anymore. There is little for Turkey to gain militarily by bombing barren mountains but a lot for Erdogan to gain politically by waging a war of distraction.

On the night of June 11, the Turkish military conducted airstrikes against at least 11 targets in PKK bases in the Qandil Mountains. The news of the strikes came just in time for Erdogan’s campaign rallies that evening in Nigde, a nationalist stronghold in Central Anatolia, and Bursa, a populous industrial powerhouse 60 miles away from Istanbul. Erdogan’s sway in these areas, which were once his strongholds, is now looking increasingly precarious. In the November 2015 elections, for example, he won Bursa with over twice the vote of his closest rival, yet this time around, his campaign rally in the city was half-empty.

Lately, such scenes have become commonplace for Erdogan. The alliance of secular front-runner Muharrem Ince, renegade nationalist Meral Aksener, and dissident Islamist Temel Karamollaoglu is chipping away at his political fortunes, as is the country’s economic downturn. In a recent survey by one of Turkey’s leading polling firms, 51 percent of the respondents named the economy as their primary concern; security was a distant second, with only 13.4 percent.

If Erdogan is going to win, he knows he needs to change the public’s calculus. If he can bring security to the front of voters’ minds, he can both win back the economic-minded voters he is losing to the opposition and thwart the pro-Kurdish Peoples’ Democratic Party from a strong showing, which would almost certainly cost his party the parliament and might even oust him from the presidency. This is what he stands to gain from a diversionary war: fending off the opposition, winning back the voters he is losing, and thus holding on to the imperial presidency he so passionately coveted.

The Qandil operation is also a dramatic display of how Erdogan has turned NATO’s second-largest army into a tool of his political ambitions. In June 2015, after a surprise electoral upset, Erdogan’s truce with the PKK collapsed, and the renewal of hostilities helped him to an easy victory in rerun elections held five months later. In July 2016, after the failed coup believed to have been staged at the behest of his ally-turned-enemy, Pennsylvania-based cleric Fethullah Gulen, Erdogan pulled himself out of one of the worst crises of his political career with a military excursion into Syria, Operation Euphrates Shield.

In January 2017, three months before a presidential referendum, Erdogan pulled the same trick with the capture of Bab in Syria. Now, he is doing it again. This is not to say that none of these operations had any merits for Turkey’s national security — they did. Their timing and execution, however, seem to have been determined more by Erdogan’s political calculations than military necessity.

Considering Erdogan’s longtime efforts to control the military, none of this should come as a surprise. Starting in the late 2000s, Turkey launched a mass purge with the Ergenekon and Balyoz trials, in which an alliance of top military officers and secular power brokers stood accused of plotting to overthrow the country’s elected government. From early on, critics pointed out the travesties of justice in these Soviet-style show trials. Legal and forensic experts assailed them as tainted by dubious evidence. Yet hundreds of Turkey’s prominent secular citizens, including officers such as the outgoing chief of general staff, Ilker Basbug, were sentenced to years in prison in over a dozen different indictments. The generals next in line to take over the army, navy, and the air force were either jailed or forced out.

As many critics, including the authors of this article, pointed out at the time, Gulen and Erdogan were in it together. Erdogan’s campaign against the secular military establishment never could have succeeded without Gulen. Detectives loyal to Gulen ran the investigations. Gulenist prosecutors and judges wrote the indictments and decided the cases, and media loyal to Gulen cheerfully reported the verdicts. Erdogan, who has recently made a habit of calling his every critic a Gulenist, was in those days Turkey’s Gulenist-in-chief.

It was only in late 2013, after prosecutors — the same ones who presided over the Ergenekon and Balyoz trials — issued arrest warrants for dozens of suspects in multiple corruption cases, indicting a who’s who of Erdogan’s inner circle including his children, four of his Cabinet ministers, pro-government billionaires, and the executives of a state-owned bank, that he changed his tune. When they were going after his secular allies, Erdogan was the Gulenists’ best friend. When they came for him, he became their worst enemy. Erdogan now speaks of his past alliance with Turkey’s public enemy No. 1, Fethullah Gulen, with feigned naiveté. He offers mea culpas, apologizing for being duped. In reality, Erdogan could not have benefited more from it.

None of this happened in secret. There were many who tried to warn against it. In 2011, the entire Turkish high command — Gen. Isik Kosaner, chief of the general staff, plus the commanders of the army, navy, and the air force — quit their posts over the trials. Two years later, Adm. Nusret Guner dramatically resigned in protest only weeks before his promotion to the top post in the navy, as did many other naval officers, including one of us.

Outside the barracks, the likes of former police intelligence chief Hanefi Avci and the journalist Ahmet Sik published exposés on how Gulen and Erdogan were colluding to eliminate their secular rivals, only to find themselves behind bars. All these warnings fell on deaf ears. Foreign publications, including this one, published odes to the duo taming Turkey’s military. Both at home and abroad, many observers kept cheering for Gulen and Erdogan in the false belief that they were merely pushing the military out of politics. In fact, their goal was to make the military an instrument of their political preferences.

Erdogan’s patronage had allowed the Gulenist officers to thrive as never before. When Gulen and Erdogan fell out, the officers faced a dilemma: Stay loyal to Gulen or side with Erdogan? If the post-coup purges are any indication, the Gulenists’ takeover of the Turkish military was pervasive. Sixty-three of the 123 generals arrested for involvement in the failed coup had been promoted thanks to the vacancies opened by the purge of secular officers. These numbers are only the tip of the iceberg: There are many other officers affiliated with other Islamist groups, loyal to none other than Erdogan himself, or whose careerism muffles their criticism.

Islamist officers fought secular officers for control of the Turkish military, and they won. Then, they turned on each other, and Erdogan came out on top. Now, what’s left behind is a military so wholly beholden to Erdogan that its top commanders are running his political errands, as was the case last month when he summoned the chief of general staff, Hulusi Akar, to talk former President Abdullah Gul out of a potential run in the elections.

Only a few weeks ago, another three-star general stirred controversy after he was filmed at a campaign rally joining the applause as Erdogan lambasted his rival, Muharrem Ince, from the stage as an “amateur” and “apprentice.” Such scenes, once unthinkable, have since become routine. With Turkey’s national security apparatus politicized to a pulp, it is difficult for any general to make decisions solely based on facts and battlefield calculations. No general can judge what’s best for Turkey without also considering what’s best for Erdogan — not unless they are looking for an early retirement.

That’s why the military is going along with Erdogan’s plans. The Qandil Mountains, Erdogan’s target in his latest strike, is no longer the PKK’s headquarters. Its presence there is minimal at best. Most of the PKK’s fighting force long since moved eastward, either to the territories of its Syrian affiliate, the Democratic Union Party (PYD), to the territories of its People’s Protection Units (YPG) in Northern Syria, or to the Sinjar Mountains on the Iraqi-Syrian border. Some of its units are also said to have retreated into Iran.

There is also the additional factor of the United States. In Syria, the Kurds were at the forefront of Washington’s fight against the Islamic State. The Trump administration talks tough about ceasing support for the Kurdish fighters, but it is not so easy to cut them off. Many of the United States’ strategic goals remain unachieved, and the Kurds are still an integral part of Washington’s plans for achieving those objectives. This is not to endorse America’s handling of the civil war in Syria or to say that Ankara’s concerns about the PKK, the growing strength of its Syrian affiliates, and the implications of an autonomous Kurdistan on Turkey’s southern border are not well-grounded. On the contrary, it was tone-deaf for the United States to expect Turkey to cast its lot in with the Syrian affiliates of a movement that has taken tens of thousands of lives in its campaign for secession from Turkey. No politician, not even Erdogan, could make that pitch to the Turkish public without also signing his political death warrant.

At the same time, one needs to face the facts: Washington is not going to walk away from the Kurds just because Ankara asked it to. Nor will Syrian Kurds abandon their aspirations for statehood when they already enjoy de facto autonomy in more than a quarter of Syria’s territory and control many its major oilfields such as Tanak, Omar, Shaddadi, and Suwayda.

Furthermore, the government had been so boastful about its impending operation on Qandil that even if the PKK’s entire force had been in the Qandil Mountains, they would have had enough advance warning to move out. It has been more than a week since the prime minister, Binali Yildirim, first raised the possibility of a military operation. In weeks past, Erdogan himself, as well as numerous other Cabinet ministers, have publicly weighed in on the topic.

Had Erdogan been serious about getting tough on the PKK, he would have struck their allies where it really matters: in their Syrian territories to the east of the Euphrates River. Instead, he has taken to bombing barren mountains while making sure that word spreads as far and wide as possible that he’s attacking Qandil, a name still synonymous with the PKK in many minds. That’s because the success he seeks is political, not military. Erdogan cares far more about winning at the ballot box than on the battlefield.

Türker Ertürk | Selim Can Sazak ©

June 19, 2018 Foreign Policy

Turker Erturk is a retired rear admiral in the Turkish Navy. In 2010, he resigned as the superintendent of the country’s naval academy in protest of the Justice and Development Party (AKP) government’s purging of secular officers. He has since been working as an author and commentator on national security issues.

Selim Sazak is a doctoral student in political science at Brown University.

 

Loading

Sosyal Medyada Paylaşın...